26 Kasım 2015 Perşembe

MUSTAFA CEYLAN (KARINCANIN GÖLGESİ)

      KARINCANIN GÖLGESİ
                                                                                  İsmail KARA
      “Karıncanın gölgesi”… Bu da ne demek?
           Bir şair ve yazar arkadaşımla konuşmalarımız sırasında bu sözü birkaç kez kullandığı zamanlar oldu; “Ben neyim ki, yerdeki karıncanın gölgesi bile değilim”.
      Sözün, hemen tasavvuf erbabı bir kişi tarafından söylendiği zihnimize yerleşiyor. Ya da bana öyle geliyor.
      İnsan, ancak bu kadar “mütevazı/tevazu sahibi” olabilir.
      Hele bir de sözün sahibi, önemli eserlere imza atan bir araştırmacı yazar, şair ve bir mütefekkir (düşünür) ise…
      Mustafa Ceylan’dan söz ediyorum/edeceğim bu gün…
      “Ayinesi iştir, lâfa bakılmaz” demiş ya Ziya Paşa… Biz de önce O’nun yaptıklarına/eserlerine kısaca bir göz atalım.
      Türk Edebiyatının gelmiş geçmiş en önemli isimlerinden, hocası Mehmet Kaplan’ın şiir tahlilleri konusunda boş kalan yerini doldurmaya azmeden Ceylan’ın önemli çalışmaları arasında bazı ünlü şair ve yazarlar hakkında ürettiği eserler; takdire şayandır.
      Ahmet Tufan Şentürk, Tahir Kutsi Makal, Halil Soyuer, Güzide Taranoğlu, Abdullah Satoğlu, İsa Kayacan, Muharrem Yazıcıoğlu gibi ünlüler hakkındaki eserleri bile O’nu unutulmaz kılacaktır.
      Ceylan, söz konusu eserlerini; bu ünlülerin sağlığında üreterek onları 
onurlandırmayı da görev bilmiştir.
      Karıncanın gölgesi, bunlarla da kalmadı. Şiir ve edebiyat alanında sürekli çalıştı.
      Son olarak genişletilmiş baskısıyla (iki cilt halinde) yayınladığı Türk Dünyası Efsaneleri adlı eseriyle bir hayli dikkat çekti.
      Araştırma ürünleri dışında kendi şiirlerini bir araya getirdiği şiir kitapları, antolojiler yayınladı. Eser sayısı 30’u geçti.
      Ceylan’ın bestelenmiş şiirleri de var ki; O, aynı zamanda güftekardır.
      Yaşadığı Antalya’da şair ve yazarları bir araya getiren dernekler kurdu. Yılda bir kez ülkenin her tarafından, hatta ülke dışından bazı şair ve yazarları düzenlediği toplantılarda geniş kitlelere tanıttı.
      Kendisine “Karıncanın gölgesi” yakıştırmasını yapan Ceylan böyle birisi… Ne karınca, ne gölge amma. Değil mi?
      O gölge ki, bu satırların yazarının en az otuz yıllık arkadaşı.
      Arkadaşımla kıvanç duyuyor ve O’na uzun ömürler diliyorum.


11 Kasım 2015 Çarşamba

ATATÜRK'ÜN ŞOFÖRÜ - Bu resmi ilk defa ben yayınlıyorum.

ATATÜRK'ÜN ŞOFÖRÜ
KEMAL SALMAN

Bu resmi ilk defa
ben yayınlıyorum.

Şair ağabeyim 
Selçuk Alpaslan 
(ki, onun dayısı) 
resmi bana gösterdi. Rica ederek aldım,
tarattım ve
kamuya sunuyorum.
Resim 1928 de
çekilmiş.

Bugün ve ileride
tarihi bir belge
olarak, geçmişe
ışık tutabilir.

Saygılarımla.
İsmail KARA


9 Kasım 2015 Pazartesi

ATATÜRK BİZE NELER ÖĞRETTİ; Rasim Köroğlu anlatıyor.

ATATÜRK
Uygarlık denilen yüce hedefe,
Varmayı öğretti bize Atatürk.
Çağdaşlık yolunda şana, şerefe,
Ermeyi öğretti bize Atatürk.
İşgal edilince yurdun her yanı,
Bin düşmanı yendi Türk'ün bir canı,
Alıp ele yeni baştan vatanı,
Kurmayı öğretti bize Atatürk.
Biri hilal oldu, biri yıldızı,
Bayraklaştı yurdun oğulu, kızı,
Bayrağımız için al kanımızı,
Vermeyi öğretti bize Atatürk.
İlkeleri birer sarsılmaz kaya,
Devrimler yapıldı arka arkaya,
Dostluğu barışı milli halkaya,
Örmeyi öğretti bize Atatürk.
Umutla bakarken gelecek güne,
Bağlanıp kalmadık geçmişe, düne,
Kafayı daima ilime, fen’e,
Yormayı öğretti bize Atatürk.
Bilimin ışığı açarken yolu,
Bilgiyle ışıdı şu Anadolu,
Sevgiyle öksüzü, yetimi, dulu,
Sarmayı öğretti bize Atatürk.
Çokları düşündük, bakmadık aza,
Hizmet için koştuk hep yurdumuza,
Kadın, erkek her gün omuz omuza,
Durmayı öğretti bize Atatürk.
Eğitim verirken yaşlıya, gence,
Gençler oldu yarın için güvence,
Okullar bir demet, çocuklar gonca,
Dermeyi öğretti bize Atatürk.
Bilimde, teknikte kalmadık geri,
Harcadık emeği, akıttık teri,
Cehalet denilen paslı çemberi,
Kırmayı öğretti bize Atatürk.
Yollar yapılırken ovaya, dağa,
Kalkındı ülkemiz baştan ayağa,
En önde koşarak gelecek çağa,
Girmeyi öğretti bize Atatürk.
Yaşatacağız biz seni elbette,
Bu canlar durdukça kemikte, ette,
Tüm güzellikleri Cumhuriyet'te,
Görmeyi öğretti bize Atatürk.

Rasim KÖROĞLU



24 Temmuz 2015 Cuma

SANA GÜVENİRİM SANA HEYY!!!

SANA GÜVENİRİM SANA HEYY!!!

---Manzara :1------
Bir tarafta Anadolu, öte yanda İstanbul
Saray devlere teslim, saray Batı’ya kul
Ey benim mahzun bakışlı memleketim ey!
Ben bilirim derdini senin,
Gel, yaklaş bağrıma
Bağrıma sokul…
Sana güvenirim sana
Tek sana güvenirim ben.
Şanları, şerefleri sen kazanırsın biliyorum
Koparıp ayla yıldızı göklerden
Tunç çehreli bir Mehmetçiğin
Ellerine verirsin.
Sana güvenirim sana 
Durduğunda kıyama
Nehirler boyu çağıldar
Dağ doruklarınca özgürlüğe koşarsın 
Ege olur taşarsın kabından
Ve öpersin mukaddes bildiğin kıyıları
Efe olur, dadaş olur, seğmen olur
Gardaş olur çıkarsın yedi düvele karşı
Bir tarafta Anadolu, öte yanda İstanbul
Harem ibrığı değil ki zaman, dökülsün avuçlara 
Dökülsün gümüş leğenlere pul pul
Saray teslim, saray yad-yaban
Saray sanki dul…
Sana güvenirim sana
Sen anlarsın benim dilimden
Mehmetim, Ayşem, Hasanım
Anam, bacım, gardaşım, atam, dedem, dayım
Sen iste yeter ki sen
Ölüm olsa karşımda geçerim rüzgâr gibi
Anında yanındayım….
Biliyorum, gayet iyi biliyorum hem de
Sen de benim yanımdasın,
Al al çiçekler açanda kanımda
Sen civanım, sen ceylanım, 
Kanımdasın, canımdasın…


---Manzara :2------
Ey alın terim, ey emeğim, ey sevgililer sevgilisi sen ey
Güvenmişim sana, güvenmişim hep
Dün kadar yakın bir zaman dilimiydi 
Dilim dilim bölüp, işgâl üstüne işgâl
Ve Polatlı yakınlarında top sesleri
İzmir Kordonboyunda bir hüzün
Yedi bölgede kahpe düşman çizmesi, 
Taksim edilmişti
Yedi bölgede yedi düşmana
Hatırlasana...
Antep'den Şahin bey'i
Nene Hatun'u Erzurum'dan
Çıkarıp da göğsünden isimsiz ve korkusuz kahramanları
Dikilivermiştin ve sıkmıştın demir yumruğunu
Zaman kelpeteni açamıyordu ağzını
Öfken imanınla, coğrafyanla iç içe karılmıştı
Işığı omuzlayıp, kazma, kürek ne varsa ne
Koşmuştun cepheye, aldırmadan yoksulluğuna
Dönüp bakmadan kanayan göğsüne
"Vatan sağolsun, Var olsun Kemal Paşam!!!" diyerek


---Manzara :3------
Şimdi, evet şimdi 
Oyun dümen, tezgâh
Üstelik barış jelâtiniyle sarmalanmış
Kapın çalınmakta üç buçuk kırma mısır püsküllü
Kendini "üç şey" sanan s/akil adamlar tarafından
Görüyorsun değil mi?
Ya şu Kandil-İmralı gel-gitlerine ne dersin?
Ya şu mesaj-mektup-demeç sallamalarına
Ve bebek katilinin tehditlerine?
Offf ki offf anam!
Puşt zulası kuyuları beyinlere çakılmış
Tarih, hukuk, hakikat iflasta yiğidim
Bu böyle gitmez, gitmeyecek de
Eninde, sonunda göreceksin, 
Her şey sana bırakılmış bileceksin...
---Manzara :4------
Tarih tekerrürmüş
Bir kere daha anladık işte
Bir kere daha yanıldık öyle değil mi?
Kiralık medya, satılık kalem
Besleme basına bakıp da aldanma sakın
Sana güvenmişim sana
Sana kutsal bir görev daha düşecek
Öyle görünüyor ufukların sancısından
Uyanık ol, sular uyusa da uyuma sen
Olur mu?
Mustafa CEYLAN

26 Haziran 2015 Cuma

AHİRETTEN SESLENİŞ (Şiir - Nusret TURAN)

AHİRETTEN SESLENİŞ

Benim gardaşım Mecit, 
Bilir misen men sene, 
Öteki dünyadan seslenirem! .. 
Duyur misen meni?
Heç sorma! ... 
Neler geldi başıma, neler! ... 
Çoh gazladım devrildim, 
Meyer ölmişem men! ...
Çılık, çocuk ne oldi? 
Bağırıp ağladiler mi? 
Yüzün, gözün yırttılar mi? 
Vay başıma gelenler vayy! ...
Seni keşkem dinleseydim! .. 
Öyle gazlamasaydım! ... 
Belkim de ölmez idim, 
Vay başıma gelenler vayy! ...
Merisedesime ne oldi? 
Çoh hesar var midir? 
Evlerim durir mi? 
Onları merak edirem! ..

Bankada dolarlarim vardi. 
Onları aldiler mi? 
Ah emeklerim ahhh! 
Keşkem hiç ölmeseydim.
Koltuğima ne oldu? 
Oturmağa heç doymamıştım. 
Söyle kimse oturmasin 
Vay başıma gelenler vaayy! ...
Melekler sori sorir 
Zebanlar da hep vurir 
Ne yaptın? Ne ettin? 
Kim verdi? Nasıl verdi?
İşte böylem Mecit’can 
Orda bırahtıhlarıma yanirem 
Yohsa çoh iyiyem 
Azrail’e biraz gızirem
Buraları çoh gözelmiş 
Bağ-bahçe dopdoli 
Burada, dolar geçmir 
Herşeyi bedava verirler.
Fazla mal alma direm 
Gelince getiremirsen 
Onin için bırah gitsin! 
Buraya gelince anlamışam.
Ah Mecit’ciğim ahhh! 
Seni de çoh özlemişem 
Boşver markı-dolari 
Sen ne zaman gelirsen?

Nusret Turan /ANTALYA-1997

15 Haziran 2015 Pazartesi

ULUSALCILIĞA KİM KARŞI OLUR Kİ?

ULUSALCILIĞA KİM KARŞI OLUR?

Geçtiğimiz günlerde başbakan kendilerinin mücadele ettiği siyasi akımları sayarken ulusalcılığı da ekleyiverdi. Gerçi bu tür bir söylem ilk defa kullanılmıyordu ama insan ister istemez merak ediyor…
Bir parti…
Dernek…
Sendika…
Meslek odası…
Veya kişi…
Ulusalcılığa neden karşı olur?
Ya da olmalı mı?
Bence isterseniz üzerinde biraz tartışalım…
Önce tanımdan başlayalım…
Nedir ulusalcılık;
Öncelikle belirtmeliyim ki…
Bu bir anlamda ulus devletten yana olmak anlamına da gelmektedir.
Yani
Tek bayrak.
Tek vatan.
Tek millet.
Tek dil.
Bu tür devletlerde ki dünyada ki oranları yüzde doksanların üzerindedir her ne kadar birçok etnik kimlikten insan bulunsa da…
Tüm halk tek bir millet kimliğinde birleşmişlerdir…
Bu durum o ülkelerin federatif olup, birçok eyaletinin bulunmasıyla falan da değişmez…
Örneğin ABD, her ne kadar birçok eyaletten oluşmuş olsa da…
Sonuçta…
Tümü tek Amerikan kimliği altında birleşmektedirler.
Kaldı ki
Dil birliği yasası ile İngilizce’den başka her hangi bir dilin resmi dil olarak kullanılması falan da söz konusu değildir…
Almanya;
Federatif bir devlet midir?
Elbette.
Zaten biraz internetten sorgulama yapan hemen herkes bu sonuca çabucak ulaşır da…
Önemli olan şu…
Her ne kadar federatif de olsa…
Eyaletlerden de oluşsa…
Sonuçta tek bir kimlik olan “Alman Milleti” kavramı, bu kimliği anayasa da çok güzel ifade etmektedir…
Peki; ya bizdeki etnik kimliklere özgürlük konusunda ahkâm kesen Fransa…
Sahi onlarda durum ne merkezde bilen var mı?
Çok açık söyleyim…
Onlarda da öyle bizdeki tartışmalarda yaşandığı gibi Fransız demeyelim Fransalı diyelim gibisinden herhangi bir tartışma da yaşanmıyor…
Ne diyor anayasası…
“Fransız halkı.”
Anlayacağınız durum bu kadar net…
En özlü söylemle ulus devleti ve ulusal çıkarları kararlı bir şeklide ifade etmek anlamına gelen ulusalcılığa…
Kimler, neden karşı çıkar biliyor musunuz?
Zaten bir tane anlamı bulunuyor…
Küresel sermayenin taşeronu değilseniz hiç kimse…
Yani; ister İslamcı olun…
İster liberal…
Veya sosyalist, durum değişmez, önünüzde her zaman iki seçenek bulunacaktır…
Ya kendi ulusunuzun çıkarını savunacaksınız…
Ya da küresel sermayenin…
Ortası yok…

12–06–2015
Nusret kebapçı

https://ssl.gstatic.com/ui/v1/icons/mail/images/cleardot.gif

5 Mayıs 2015 Salı

ADALET SOLDUĞU ZAMAN

ADALET SOLDUĞU ZAMAN

---Nurullah AYDIN---
Çağdaş insan toplum ve devlet değerlerine yönelik saldırıları izledikçe, bunlar kim yahu, nerden geldiler, bu toplumun insanları değil mi diye sorası geliyor.

Bir de demezler mi ki millet adına hareket ediyoruz, millet böyle istiyor, insan iyice şaşırıyor. Bunların milleti ne?. Herkes kendi kimliğini söylerken bir kesim ısrarla milletimiz diyor. Kendilerini milletin temsilcisi zannediyorlar. Ya oy vermeyenler onlar millet değil mi?

Bir toplum ne zaman çürür, adaleti solduğu zaman.
Adalet nereden solar? Pek çok yerden! Lakin adaletin bir de kurumu vardır, adına yargı denir, öncelikle ve özellikle oradan solar. Adaletin tecelli ettiği ve tevdi edildiği yerdir yargı. Adalet, yargının varlık nedenidir. Halk arasında, bu ikisi çoğu zaman eşanlamda kullanılır. Nitekim mahkemelerin bulunduğu binalar da, adalet sarayı olarak adlandırılır.

Adalet, yüce bir değer; adillik de, kutsal bir haslettir. Türkiye'de hâkimleri hak adalet merkezinde oturan insan olarak niteleyen anlayış, bunun apaçık göstergesidir.

Yargı'nın bu mertebeye layık görülmesi, tarafsızlığına duyulan inanca dayanır. Bu nedenle, tarafsızlık, yargının bir özelliği değil, adeta özüdür. Tarafsızlığını kaybetmiş bir makam, yargı olarak nitelenemez.

Yargı eleştirmeni Kurt Tucholsky, mahkemenin açıkça taraflı davrandığı bir yargılama üzerine, der ki: Bu, kötü bir yargı değil. Bu, eksik bir yargı da değil. Bu, kesinlikle yargı değil.

Yargı bağımsız olmalıdır elbette. Ancak bağımsızlık kendi başına bir amaç değil, tarafsızlığı sağlamak için bir araçtır. Bağımsız olmayan yargının tarafsızlığı her zaman şüphe altındadır.

Bağımsızlık, tarafsızlığı kendiliğinden sağlamaz, tek başına garanti etmez. Şu halde, tarafsızlığı daha iyi tartışabilmek için, önce bağımsızlık sorununu çözmek lazımdır.

Türkiye'de yargı uzun süredir tartışmaların odağında yer alıyor. Bunun hayırlı bir şey olduğunu düşünüyorum. Her şeyden evvel bir tabu kırılıyor. Bunun sonucunda, yargıya dair pek çok sorun gündeme taşınıyor; bunların bir kısmını çözmek için adımlar atılıyor.

Bağımsızlık açısından sivil yargıda büyük sıkıntılar olduğu, kimsenin meçhulü değil. Bu yönde evrensel demokratik normlara uygun düzenlemeler yapma mecburiyeti her geçen gün kendini biraz daha dayatıyor.

Yargı tabusunun henüz yeterince tartışılmayan, hatta görmezden gelinen bir boyutu vardır, o da tarafsızlıktır. Yargı içtihatlarında uzun bir geçmişi olan çelişkili kararlar, aynı hevesle sorgulanmıyor.

Yargı'da çelişkili zihniyetin yaygınlığını ve yerleşikliğini gösteren çok sayıda örnek var.

Kamuoyunda bilinen davaların seyriyle o kadar çok kişi ve çevre ilgileniyor ki! Hemen herkes hukukçu kesilmiş durumda.

Görevli memura sen kim oluyorsun demeyi bile sövme sayan; ulan, terbiyesiz, adam olmamışsın sözlerini hakaret kabul eden Yargıtay hedef tahtasında. Tabii mahkemelerin ve Yargıtay'ın hangi ifadeleri düşünce özgürlüğü kapsamında gördüğü hangisini görmediği da ayrı bir sorundur.

İşin acı tarafı, yargının bu tutumunun genel bir kabul görmesi ve bu tür kararların mağduru olanlara, bunu hak etmişler gibi muamele yapılmasıdır. Hukuk devleti ve adil yargıdan söz eden herkes için, en hakiki içten sınavının burada yattığına inanıyorum.

Yargının itibarına yönelik en ciddi tehdit, yine bizzat yargının kendisinden gelebilir. Italo Calvino, Bir Yargıcın İdamı adlı öyküsünde; üzerine söz söylemeyi hepten gereksiz kılacak çarpıcılıkta anlatır bu durumu.

Adalet, yargı bağımsızlığı ve demokrasi konularında farklı görüşler var.

Halkın yargıya düşmanlığı önemlidir. Halkın yargıya güvensizliği daha da önemlidir. Eğer güvensizlik doğarsa, işte asıl felaket o zaman başlamıştır.

GüNüN SöZü: Adalet solduğu zaman toplum çürür, devlet çözülür.


5 Şubat 2015 Perşembe

EĞRİLERİN EN ÖNEMLİ ÖZELLİĞİ (Eflatun)

EĞRİLERİN EN ÖNEMLİ ÖZELLİĞİ  
(EFLATUN'UN "DEVLET" İNDEN)

   ...Eğrilerin en önemli özelliği doğru olmadan DOĞRU GÖRÜNMEKTİR. En büyük eğrilikleri işlerken adı en doğru adama çıkar. İşlediği suçlardan biri ortaya çıkarsa, güzel sözler söyleyerek herkesi suçsuzluğuna inandırır. Gerekirse zenginliğine, gücüne ve dostlarına güvenerek zor kullanır, eğriliklerini doğru olarak kabul ettirir. Düşmanına ve doğru kişilere karşı üstünlük sağlar, kazanç sağlar, zenginleşir, çevresine iyilik eder. Çevresi kalabalıklaşır. Böylece eğrileri savunanlar çoğalır, her yönde etkin bir kişi olur, iyi bir hayat sağlar. Tanrılara bol bol tantana ile kurban keser.
    Doğru adam ise; doğruları savunduğu, eğrileri ortaya çıkardığı için baskı görür. O zaman doğru olarak değil, doğru görünmek gerektiğini anlar. Böyle kişiler eğriler tarafından, EĞRİ OLMAKLA  suçlanır. Çoğunluk eğri olduğundan veya eğrilik güç kazandığından DOĞRU ADAM eğrilikle tanıtılır. Doğrular pasifize edilmiş olur.
    Maharetleri EĞRİ OLUP ADINI DOĞRUYA ÇIKARMAKTIR.
    Kötülüğe akın akın gider insanlar,
    Rahattır, yakındır kötülüğün yolu,
    Erdemin ise alın teri koymuş önüne tanrılar.
    *
    EFLATUN (PLATON) ; M.Ö.427- M.Ö.347 yıllarında yaşamış ünlü Yunan filozof ve matematikçisidir.